29 Eylül 2015 Salı

Âşık İbreti; Prof. Dr. D. Ali ERCAN

İbreti, Emelim İnsana Hizmet,
Eşim Bana Huri, Evim De Cennet,
Hacıya, Hocaya Kalmadı Minnet,
İrbiği, Tesbihi Kırdım Da Geldim...
İbreti
Âşık İbreti
Asıl adı Hıdır Gürel olan Aşık İbreti'nin dedeleri Malatya'nın Akçadağ ilçesinden kalkmış, Kayseri'nin Sarız ilçesine bağlı Kırk kısrak köyüne gelip yerleşmiş, babasının adı Ali annesinin adı Sultandır. Babası o günün zor koşullarında, at sırtında köy köy dolaşıp meyve satarak geçimini sağlarmış. 
Rumi 1336, miladi 1920 doğumlu olan Aşık İbreti'nin asıl adı Hıdır’dır. Üç yaşında iken  annesini kaybetmiş ve öksüz kalmış, babası evlendiği Hatice isimli analığından Ali, Rıza, İbrahim, Sultan, Meryem, adlarında beş kardeşi Dünyaya gelmiş. Bunlar halen hayatta olup yaşamlarını İstanbul'da sürdürmektedir.
Okula gidemeyen İbreti çok genç yaşta,  henüz 17-18 yaşlarındayken evlenir, hanımı teyzesinin kızı Sultandır. Köşkerlik (ayakkabı tamirciliği) yapar ve giderek ayakkabı yapımıyla geçimini sağlar.  Askere gider 3 yıl askerlik yapar; askerde iken babasını kaybeder. Askerlik dönüşü Maraş'ın Afşin ilçesine giderek on sekiz gün gibi kısa bir zamanda biçki, dikiş öğrenen İbreti Sarız’a döner bu sanatını da orada 18 yıl devam ettirir. Bu arada saza söze büyük ilgi duyar okuma yazmayı ilerletir; Geceleri gaz lambasının ışığında sabahlara dek kitap okur, kendini yetiştirir.
İbreti'nin altı çocuğu olur. sırasıyla Sultan, Haydar, Hüseyin, Hıdır, Kemal, Gülbeyaz, İbreti'nin hanesinde yer alır. İbreti, geçim darlığı çektiği için çeşitli mesleklere atılır. Saz yapıp satmak, madencilik, fotoğrafçılık... gibi işler yapar. Madencilikte yaptığı kazılarda yüzde seksen isabet kaydetmesine karşın ekonomik yetersizlikler nedeniyle bu işi sürdürememiştir.  Bulduğu krom, gümüşlü kurşun, madenleri toprak altında kalır. Son olarak fotoğrafçılık yapmakta olan İbreti Sarız’da elektrik olmadığı için işini zor sürdürür. Daha sonra Elbistan’a göçer; burada fotoğrafçılık mesleğini sürdürürken 1967'de patlak veren Elbistan olayında Alevilere saldıran fanatiklerin saldırısından İbreti de nasibini alıyor. Dükkânı tahrip ediliyor; canını zor kurtarıyor tekrar Sarız’a dönüyor; ancak geçim darlığı nedeniyle İstanbul’a göçüyor ve 5 Kasım 1976 tarihinde, yoksulluk içerisinde 56 yaşında Hakk'a yürüyor.
***
Aşık İbretinin orijinal ses kayıtları vardır, fakat onu geniş kitlelere tanıtan Musa Eroğlu olmuştur.
***
Verdim de geldim

İlme Hizmet Edip, Uykudan Kalktım
Sarık Seccadeyi elden Bıraktım
Vaizin Her Günkü Vaazından Bıktım
Ramazanı Sele Verdim de Geldim

Karnım Acıktıkça Kederim Arttı
Hele Hac Kaygısı Ayrı Bir Dertti
Paralılar Hemen Haccoldu Gitti
Şeytanı taşlarken Gördüm De Geldim

Dört Kitabı Koyup Torbaya Astım
Cennet Huri'sinden ilgimi Kestim
Muskacı Hocaya Sanmayın Sustum
Ağzının Payını Verdim De Geldim

Aklım Ermez Ahret Eğlencesine.
Saygım Var İnsanın Düşüncesine
Hayal Cennetinin Has Bahçesine
Yobaz Sürüsünü Sürdüm De Geldim

İbreti Emelim İnsana Hizmet,
Eşim Bana Huri, Evim De Cennet
Hacıya, Hocaya Kalmadı Minnet
İrbiği, Tesbihi Kırdım Da Geldim...
***
İbretinin kendi sesinden orijinal kayıt. (1970 lerde)

8 Haziran 2015 Pazartesi

ŞİİR : Düşmana Yurt mu oldun sen Kerkük ?

ŞİİR : Düşmana Yurt mu oldun sen Kerkük ?

Bize ulaştıran: Sayın NEVZAT YILDIRIM'a teşekkürlerimizle...
Kerkük benim, demek ayrı gördüler
şu döşüme paslı hançer vurdular
sanki benim öz evime girdiler
oğlum gibi ağlayan vatan kerkük
peşmergeye yurt mu oldun sen Kerkük?
bu nasıl özgürlük, sana hiç düşmez
garipleri kimse görmez, görüşmez
zalim değişir de, mazlum değişmez
ellerimde can çekişen can Kerkük?
soysuzlara yurt mu oldun sen Kerkük?
beni sorma, halkın kesiriyim ben
mükemmel(!) bir çağın kusuruyum ben
bir eski destanın esiriyim ben
bir kendine, bir de bana yan kerkük
peşmergeye yurt mu oldun sen Kerkük?
günahım çok ama gel gör gizlerim
gelemem de içten içe sızlarım
bıktırmıştır tutulmayan sözlerim
ama bu son, ama bu son, son, Kerkük
soysuzlara yurt mu oldun sen Kerkük?
bayrağındır, mavi görsem, ölürüm
tabutundur, çivi görsem, ölürüm
mezarındır, evi görsem, ölürüm
uykularım ve gözlerim kan, Kerkük
düşmanıma yurt mu oldun sen Kerkük?
bilmez miyim, beni nerde kim bekler
ak nineler, gün görmemiş bebekler
kurda karşı bir olurmuş köpekler
işte benim çıldırdığım an Kerkük
peşmergeye yurt mu oldun sen Kerkük?
ıraktasın, başın yine dar da mı?
bebeklerin, çoluk-çocuk zorda mı?
ve peşmerge, ve barzani orda mı?
NAMUS SÖZÜ, GELECEĞİM BEN KERKÜK!
soysuzlara, peşmergeye yurt mu oldun sen Kerkük.

5 Mayıs 2015 Salı

Ermeni (Yunan, Bulgar, Rus, Sırp, İngiliz, Fransız, Alman, Çin) Mezalimi ve Dâhili Bedhahlar..

Ermeni Mezalimi ve Dâhili Bedhahlar
Mustafa Nevruz SINACI
Yüz yıllık kuyruklu yalan, kirli iftira ve iğrenç furya!.. 24 Nisan 2015 günü de (her yıl olduğu gibi, tekrar) menfur bir kör iddia, inkâr maskesi ve timsah gözyaşları numarasıyla tam bir hayâsızlık, ahlâksızlık ve mürailikle:, “hepimiz Ermeni’yiz” ilenmeleri biçiminde, necip Türk Milletinin sinesi, memleketin Şüheda toprağının barış ikliminde “ihanet çığlıkları atıp (Tanınma, Tazminat ve Toprak) tehditleri savurarak” sökün etti!...  
Aynı gün Çanakkale’de anlamlı bir zaferin 100. yılı, ezeli baş düşman büyük Britanya İmparatorluğunun iştiraki ile anıldı. Günlerden Cuma. Bütün Cami şeriflerde üç aylar konulu hutbeler irad ediliyor; Bilumum vahşi batılı vampir, yarasa, kene ve sülük (emperyalist) illeti, İblis, Ebu Cehil, Şeytan şürekası, fetret anıtlarında kin kusar; Alçakça uydurulmuş yalanlarla kirletilmiş meydanlarda tehditler savurur, bazı haçlı Kiliseleri ve işbirlikçi Havralarda hamasi merasimler icra edilirken.; Bizim ‘merhametten maraz doğar’ kabilinden zincirleme ihanetlere maruz, kalleşlik, alçaklık, cinayet, şeamet ve plânlı soykırımlardan mağdur ülkemizde, ibadet şuuru konulu vaazlar ve Çanakkale’de tören var!..
Adama sorarlar: Senin Diyanet İşleri Başkanlığın ne iş yapar?
El İman, minel Vatan umdesi ile kaim İslâm’ın âlimleri nerde?..
Şu hale bakın…
Ne müthiş bir ironi!..
Bir yanda soykırım yalanı; Nefret, fetret, baskı, tehdit ve haçlı çığlıkları;
Diğer tarafta bedhah gafleti, Endülüs Rehaveti ya da dönme-devşirme muhabbeti!..
Hani 1937’de, malûm diyaspora menfurları İngiliz dolduruşuna gelip, ezeli ve sinsi düşmanlarının kalleş tuzaklarına düşerek, benzer söylemelere cüret etmek gafletine duçar olmuşlardı. Dönemin Türkiye Cumhuriyeti Cumhur Reisi Mustafa Kemal ATATÜRK derhal ve en ağır surette derslerini verdi. Ki, bu dersin etkisi, ta 27 Mayıs’a değin sürdü ve bu büyük kudret karşısında korkuyla sinip, seslerini kestiler. Lâkin 27 Mayıs kalkışması ile Atatürk’ün Anayasası ilga, Cumhuriyeti imha edildi. Hak, adalet ahlâkı, demokrasi, lâiklik ve hukuk rafa kaldırıldı. Devleti isyan, ihanet, kan ve kalleşlikle ele geçiren “karşı devrimci” Cumhuriyet düşmanı halk partisi şürekâsı, ilk önce, CHP içinde yuvalanan koza, kripto, dönme-devşirme, mason ve misyoneri legalleştirip ortalığa salıverdi.
Sonra, insan hakları, adalet-hukuk, huzur ve barış mabedi Türkiye Cumhuriyeti, Sivas Kampı ile birlikte ‘Kürt Sorunu’; Akabinde, sözde hak ve özgürlük istemlerine dayalı anarşi; Paralelinde ise, gerçekte 1921 Kars Antlaşması ile halledilmiş olmasına rağmen tam bir yalan, iğrenç furya ve iftira kampanyası biçimi hortlatılan (uyandırılan) ‘Ermeni soykırımı’ rüzgârı yaratıldı!.. Yetmedi, sinsice geliştirilip, CHP’nin makûs rahminde nevzuhur “anarşi, terör ve tedhiş” sorunumuz oldu. Arkasından Asala. İhanet, şer ve şeamet (siyaset) ortamı olgunlaşıp-uygunlaşınca, dönem istihbaratı kullanılarak PKK eşkıyası teşkil ve dönme-devşirme politik ACI’lar tarafından eğitilip-donatılarak teşekkül ettirildi!.. 
Düşman tahrik ediyor; Hakaret, alçaklık ve küstahlık dinmiyor…
Türkiye aleyhine düzen kuran ve dolap çeviren hainlere “DUR” denilemiyor!..      
Bu zaman zarfında Ermenistan okullarında Türk Bayrağına sürekli hakaret ediliyor, Şanlı Bayrağımız dünyanın gözü önünde cadde, sokak ve okul meydanlarında ayaklar altına alınıyor, şerefsizce, soysuzca çiğneniyor ve 20’ye yakın İslâm ülkesinde “Ermeni soykırım” abideleri.; Utanç, yalan, iftira ve ağlama duvarları dikiliyor; Çoğu ülkede Türklere atfedilen soykırımlar yalanları ders olarak okutulmakta; Başta Ermenistan olmak üzere, Suriye, Rusya, Yunanistan, Bulgaristan, İran, Irak, Lübnan, Suudi Arabistan ve Mısır’da “Ermeni soykırımı” dâhil, Türk ve Osmanlı hakkında bin türlü hakaret, yalan-dolan, fesat-furya, iftira ve uydurma “bilgi kirliliği” tarih diye okutuluyor...
Hem de Türk hükümetlerinin gözü önünde ve Hükümetin gözünün içine baka, baka!.
            Ta ki, 16 Şubat 1976 günü Beyrut B. Elçilik Başkâtibi Oktar Cirit, kalleşçe, hunharca bir cinayete kurban gidinceye dek! Bu hain cinayetle birlikte ASALA ortaya çıktı. Bu Ermeni örgütü, Türkiye’de huzursuzluğun zirve yaptığı 1979’dan itibaren, 21 ülkenin 38 kentinde 110 saldırı gerçekleştirdi. Alçakça katliamlarda 42 Türk diplomatı ile 4 yabancı hayatını kaybetti. 15 Türk ve 66 yabancı yaralandı. 1980’de ASALA taktik değiştirerek, PKK’nın öncü kuvveti oldu. 1984’de PKK çıktı. Bekaa ve Zeli kamplarında ASALA, PKK militanlarını eğitiyordu!
            NETİCE OLARAK;
Kamu Vicdanı ve Türk Milleti Soruyor:
            24 Nisan’da niçin? Camiler, Okul ve meydanlarda Ermeni, Yunan, Rus ve Sırp zulmü kınanmadı? 1976 – 1979 döneminde Ermeni ASALA örgütü tarafından kalleşçe katledilen Türk diplomatlarının öcü ve intikamları niye alınmadı? Sadece 1913 - 1923 yılları arasında Doğu ve Güney Doğu Anadolu’da ‘Ermeni Soykırımına maruz kalan’ kin-kan, nefret, cinayet ve katliam kurbanı iki milyona yakın silâhsız, korumasız, mağdur, masum ve müsemma Türk-Müslüman toplu mezarlarında niçin birer anıt/abide yapılmadı?,
            Şu ana kadar resmen ve kamuoyunun gözü önünde yapılan binlerce kazıya rağmen; Bir tane dahi Ermeni toplu mezarına rastlanılmadığı, bütün dünyaya neden ve niçin hâlâ ilân edilmedi? Dünyanın Ermeni yalanlarına kanmasının sebeplerinden biri de bu değil mi?.. 
Nihayet; Türkiye Cumhuriyetinin Milli (!) Eğitim Bakanlığı, Atatürk ve Menderes döneminde müfredatlarda yer alırken.; 1963’den bu yana Ermeni, Yunan, Rus ve diğer ihanet şebekeleri tarafından Türk Milletine yapılan katliamlar, tehcirler, soykırımlar ve mezalimler “Neden ve Niçin” (Bazı AB ülkeleri, Ermenistan, Yunanistan, Bulgaristan, İran-Irak, Suriye, Lübnan gibi memleketlerde eğitim-öğretim sisteminde ağırlıklı olarak yer alırken) Türkiye Cumhuriyetinin her derece ve düzey okulları ile Üniversitelerinde ders olarak okutulmuyor?
Oysa sadece Ermeni mezalimi değil; Rus, Sırp, Yunan, Arap, Fransız ve sair tehcir, toplu katliam ve soykırımlarının mutlaka ve daima okutularak; Türk Gençliğine “Türk, İslâm ve İnsanlık düşmanları” ile bu menfurların, meş’um mezalimleri öğretilmelidir.   
Bu korkaklık, pasiflik, çekince, sinme, göz yumma ve taviz yarışı niye?
Bu yıl (2015) itibarıyla, EGE’de işgal ettiği Türk Adası sayısı 152’yi bulan, tescilli Türk düşmanı azgın, arsız ve edepsiz palikaryanın dersi ne zaman verilecek? Bu lânetli Rum artıkları had ve hudutlarını aşarak Pontus’u ihya ve İyonya’yı inşa etmeye kalkışıyorlar. Peki, kim bildirecek bu arsız keferelere hadlerini? Düşman kuduz köpekler gibi ürer, deli domuzlar misali dünyada karanlık kâbuslar yaratır ve kendi ürettiği kâbuslar içinde ulurken;
Türk’e savunmada kalmak hiç yakışır ve yaraşır mı?    
Kaldı ki, dış politikanın esası mukabele-i bil misil; Barışın şartı harbe hazır olmaktır.
Lâkin bu milletin, elli yıldır idarecileri hakikatten gafil, sünepe dalkavuk, korkak veya “Yurtta Sulh, Cihanda Sulh” akidesini “sıfır sorun” ütopyası kabilinden “ver kurtul” siyaseti mi sanırlar?.. Çünkü uluslar arası siyasette, alenen düşmanlığa “misliyle mukabele etmemek” korkaklık, alçaklık ve “kendi öz milletine karşı” haksızlık, yolsuzluk ve küstahlıktır.     
            Bırakın millet, düşmanından nefret etsin!..
Mezalimi unutmasın, acıları içine atmasın, yüreğine gömmesin.
            Çünkü Türk Milletinin düşmanları çok kalleş, olabildiğince alçak, ikiyüzlü, çifte standartçı, sinsi, içten pazarlıklı, gaddar, acımasız ve haindir.
            Namerde MERT yaraşır.
Domuz kurduna BOZKURT gerektir, mankurt değil!.. 

12 Mart 2015 Perşembe

Kaygusuz Abdal, (Asıl adı Alâeddin Gaybi olan Kaygusuz Abdal) Arzu Kök

Kaygusuz Abdal
                                                                                          Arzu Kök
Asıl adı Alâeddin  Gaybi olan Kaygusuz Abdal,  söylenceye göre Teke Beyi’ne bağlı  Alaiye (Alanya) Sancağı Beyi Hüsamettin Mahmut Bey’in  oğludur. Doğum ve ölüm tarihleri tam bilinmiyor olsa da 1361-1444 yılları arasında yaşadığı genel bir kabul görmüştür. Gaybi, bir Bey çocuğu olmasından ötürü döneminin bütün bilimlerinin eğitiminden geçtiği gibi silahşörlük, güreşçilik, avcılık ve at biniciliği alanında da çok iyi eğitim almıştır.
 Gaybî bir gün dostlarıyla gittiği av sırasında bir geyiği okuyla vurur ancak vurduğu geyik yaralı olmasına rağmen olanca hızıyla kaçar. Gaybi’de yaraladığı bu geyiği kovalarken geyiğin Elmalı  kasabasında Abdal Musa dergâhına girdiğini görmüş. Dergâha girip yaralı geyiğin kendisine verilmesini istemiş. Dergâhtakiler böyle bir geyiği görmediklerini söylerler ve bir çekişme başlar. Bunun üzerine Abdal Musa araya girer ve “Oğul attığın ok bu mudur?” diyerek koltuğunun altında vücuduna saplanmış oku gösterir. Geyiğe atılan oku Abdal Musa’nın koltuğunda görerek şaşıran  Gaybî, Abdal Musa’nı dergâhına kul olmak, şeyhe mürid olmak ister. Ancak şeyh ona müceredlik yolunun tüm zorluklarını açıkça anlatmış
 “Bey oğlu derviş olmak dilersin demek. Dinle öyleyse. 
Dervişin ilk harfi d (dal) dir. “Dünyayı terk” demektir. 
Dervişin ikinci harfi r (re) dir. “Riyayı terk” demektir. 
Dervişin üçüncü harfi v (vav) dir. “Varlığını terk” demektir. 
Dervişin dördüncü harfi y harfidir. “Yalanı terk” demektir. 
Dervişin beşinci harf ş harfidir. “Şehveti terk” demektir. 
Sen bütün bunları yapabilecek misin? Böyle yaşabilecek misin? 
Git, babana da sor, razı gelir mi?” 
 Ancak Gaybi gitmek istemez. Çok ısrar eder ve sonunda tarikat usulünce traşı yapılır, tacı, hırkası, kemeri bağlanır. Tabii oğlu gelmeyen babanın bu durumu öğrenmesi çok zaman almaz ve çok üzülür. Özenle yetiştirdiği oğlunun mücerredler dergâhına girmesi,  onuruna dokunur. Hiç vakit kaybetmeden Teke Beyi’ne gider ve oğlunu Abdal Musa’nın elinden kurtarmasını ister. Teke Beyi Kılagı’lı İsa adlı birini göndererek Şeyhi alıp getirmesini emreder, ancak Şeyhin kerameti eseri olarak, attan inerken üzengiye takılır ve ürküp kaçan at üzerinde sürüklenerek parça parça olur. Bu durumu öğrenen Teke Beyi bu sefer hınç ile Şeyh’in üzerine asker gönderir, yakalanıp ateşler içinde yakılması emredilir. Bu durumu anlayan Abdal Musa çok sayıda müridi ile sema ederek kendisi için yakılan ateşi söndürdü. Tam geri dönüp tekkeye girecekken kara bir canavar gelir ve o anda bir derviş onu baltasıyla vurup öldürür. Böylece Teke Beyi o canavar ile birlikte ölür ve askerleri dağılır.  Tüm bunları gören Alaiye Beyi, Abdal Musa’nın hak erenlerden olduğunu görür ve gidip Abdal Musa’nın elini öpüp af diler ve oğlunu orada bırakarak döner.
 Böylece Gaybi orada kırk yıl hizmet eder. Kendisine Kaygusuz ismi verilir ve Bektaşiliğin uluları arasına girer. Bektaşi meydanındaki on iki posttan biri de Kaygusuz’a aittir. 1424-1430 yılları arasında Rumeli’yi dolaşarak Edirne, Yenibolu, Filibe ve Manastır’da gezici derviş sıfatı ile halkı eğitmiştir. Daha sonra Hacca gitmek amacıyla Alanya’dan bir gemiye binerek Mısır’a gitmiş. Orada bir süre Kasrül’ayn Tekkesi’inde bir süre kalır, ardından da Mukattam Dağı’nda kendi adına bir dergâh açar. Adı çevrede kısa sürede yayılır. Hatta bir söylenceye göre:
  “O dönemlerde Mısır Padişahı’nın bir gözü kör imiş. Bunu gören Kaygusuz ve dervişleri hemen gözlerine birer pamuk yapıştırdılar. Dimyat’tan gemiye binip Nil yoluyla Bulak İskelesi’ne geldiler. Bura Mısır Padişahı’nın Hacip’i bunlara rast gelir. Kaygusuz’a bazı sorular sorar ve aldığı cevaplardan çok etkilenir. Hemen giderek durumu Padişah’a anlatır. Padişah ise hemen bunları test etmek ister. Bu nedenle de Kaygusuz abdal ve diğer dervişleri yemeğe davet eder. Ancak sofraya önce Mısır’ın zahid ve abidleri, beyleri davet edilir. Sofraya da sapı üçer karıştan uzun kaşıklar koydurur. Ancak kaşıkları görenler şaşırır ve hiçbirşey yiyemezler. Sonra Abdal Musa ve dervişleri gelip otururlar sofraya. Herkes kendi kaşığı ile karşıdakine yemek verdi. Bunun üzerine Padişah bunların arif adamlar olduklarını anlar. Kaygusuz Padişahın gözlerinden biri görmediği için kendilerinin de gözlerine pamuk yapıştırdıklarını söyler ve Padişah bunun üzerine pamukları çıkarmalarını emreder. Bunun üzerine Kaygusuz bir dua eder, tüm hazır olanlar ellerini gözlerine sürüp ‘Amin’ derler. Padişah da dervişlerle birlikte ‘Amin’ derken ellerini indirdiğinde gözünün açıldığını, artık görebildiğini anlar. Bu keramet karşısında tahttan iner ve Kaygusuz’un elini öperek onun müridi olur.” Kaygusuz’un Mısır’da çok sevilmesinin ve orada yıllarca kalmasının nedeni olarak gösterilip anlatılır bu söylence. 
 Ancak bir süre sonra Kaygusuz yola hac için çıktığını düşünerek oradan ayrılır ve Mısır’dan dervişleriyle birlikte Beytullah’a doğru yola çıkar. tam kırk gün çöl yolculuğunun ardından Beytullah’a varırlar. Burada da uzunca bir süre konakladıkları söylenir. Mekke’de Hac görevini yaptıktan sonra Medine’ye geçip Hz. Muhammet’in kabrini de ziyaret ederler. Sonrasında ise Şam, Birecik, Bağdat, Hile, Kûfe, Necef, Kerbelâ ve Musul üzerinden Anadolu’ya geçerler, Abdal Musa Dergâhı’na  geçerler.
Bazı söylencelere göre burada ölmüş ve defnedilmiş, bazılarına göre ise tekrar Mısır’a gitmiş ve orada öldüğü ve bir mağaraya gömülmüştür.
 Kaygusuz Abdal bu isminin yanında Sarayî, Alayî, Kaygusuz Sultan, Baba Kaygusuz, Kaygusuz Sultan Abdal gibi isimlerle de anılır. Kaygusuz Abdal’ın 12 eseri ve yaklaşık on bin beyit dolayında şiiri vardır. Bu nedenledir ki Tekke ve Bektaşi edebiyatı’nın kurucularından sayılır. Yapıtları;
Şiirsel Yapıtları: Divan, Gülistan, Mesnevi-I, Mesnevi- II, Mesnevi- III, Gevhernâme, Minbernâme
Düzyazı Yapıtları: Budalanâme, Kitab-ı Miğlate(Magalata), Vücutnâme
Şiir ve Düzyazı Karışık Eserleri: Saraynâme, Dilgüşa
 Kaygusuz Divan isimli eserinde; tasavvuf terimleri olan Tanrı, aşk, gönül, olgun insan, birlik, zühd, edep ve evrenin nitelikleri ile, onların gizemli yapıtlarından söz eder. Gülistan isimli eserinde; şeytan ile yalvaçın öyküsünü anlatır. I. Mesnevi’sinde; Vahdet-i Vücut dizgesi anlatılır. Tanrı’nın önce yalvaçlardan yansıtıldığı, ertesinde tüm varlıklara ve evrene yayıldığı anlatılır. II. Mesnevi’sinde; insanın temel değerleri belirtildikten sonra, aslında dünyanın insan için yaratıldığı ifade edilir. !!!. Mesnevi’nde; nefis, edep, inancın yüceliği ve bedenin insan için aslında bir tutsak olduğu olgusuna yer verilir. Gevhernâme’de; hoşgörünün bütün insanlık için ne kadar değerli olduğunu olduğunu, anlamının sınırsızlığını vurgular. Minbernâme’de; tasavvuf bağlamında gerçekliğe ulaşanların özlerini ve benliklerini tamamıyla terk etmeleri gerektiğine vurgu yapılır.
 Budalanâme’de; gizli anlamlarla dolu olan gönlün niteliklerini ve Sokrates’in de söylemi olan ‘kendini bilmek’ ilkesini yüceltir. Kitab-ı Miğlate(Mugalata)’de; toplumların etik değerleri ön plana çıkarır. Rüşvetin ve fitneliğin kötülüklerini anlatır. Şeytanın insana yaptıklarından söz eder. Vücutnâme’de; gezegenlerin yapılarını ve evreni ele alır. Ayrıca dört meleği şu öğe, nefis ve organlar ile belirtir:
Cebrail, toprak, telkinci, nefis, ağız
İsrafil, yel, boğucu nefis, burun
Mikail, su, ezgisi nefis, kulak
Azrail, ateş, kötülükçü nefis, göz
İlginç ve güzel bir betimleme olmasından ötürü aldım buraya. Dilküşa’da; Hz. Muhammet ve Hz. Ali’nin yücelikleri ile aşkın ve aşk eserlerinin niteliklerini betimler tüm güzelliğiyle.
 Kaygusuz Abdal şiirlerinde hece ve aruz ölçüsünü kullanmıştır. Şiirlerinin yüzde yirmisi hece ölçüsüdür. Gazel, mesnevi ve divanlarını aruz ölçüsüyle yazmıştır ki bu da hesaba göre yüzde seksen demektir. İlahi, şathiye ve nutuk gibi eserleri ise hece ölçüsüyle yazılmıştır. Kullandığı dil genel olarak dönemin özgün Türkçesidir. Şiirlerinde Yunus Emre’den etkilendiği söylense de kimi çevrelerce, genel olarak özgündür.
 Eserlerinin bir çoğunda Vahdet-i Vücut dizgesi işlenir. Ancak onda bu görüş sadece görünen varlıkları içermez, hayır ve şer, cennet ve cehennem gibi düşsel olguları da kapsar:
“Uçmak(cennet) ile tamu(cehennem) birlik oldu
Birliğe bir olmak erlik oldu
Yol eri bilir ki nedir hayır ve şer
Cümle yaratılış insana buradan belirdi.” der. Hatta daha da ileri giderek, yaratılış bütünlüğünün öncesizliğini, şimdiyi ve sozsuzluğu da kapsadığını ifade eder. Tanrı sözcüğünü tek şekilde kullanmaz. Tanrı, Allah, Hüda, Mevlâ, Kirdar, Hak, Yaratan, Hâlik, Rahman, Çalap, Zül-Celâl, Kadir-i Mutlak, Habibullah,….vb…
 Kaygusuz Abdal’ın eserlerinden öğrendiğimiz düşüncesine göre evren, Tanrı’nın ZAT’ı içinde önceden gizli iken; o kendi güzelliğini seyretmek için KÜN buyruğuyla bu evreni yaratıp sonra da kendisi giz olup görünmez duruma bürünmüştür. Gerçekte çokluk olarak görülen her varlığın aslı Tanrı’nın kendisidir. Kaygusuz’a göre Tanrı yalnız gönülde bulunabilir. Çünkü gönüldür Tanrı’nın evi: “Çün gönüldür padişahın meskeni Meskeninde buldu isteyen anı” Gönlün en güzel yoldaşı ise aşktır. Her ne kadar gönülde de olsa onu bulmak için, tasavvuf düzeyine ulaşmak için ermiş kimselerin yol göstericiliğine gereksinim olduğunu da söyler. Bunun da Şeriat, Tarikat, Marifet ve Hakikat gibi dört makam ile mümkün olacağını söyler.
Kaygusuz Abdal’ın metinlerinde atasözlerimize de rastlamak mümkün. Örneğin; ‘Ayağını yorganına göre uzat.’, Gizini sevdiğin kardeşten bile sakın’, ‘Karınca deve yükünü çekemez.’, ‘Suyu görmeden çemrenme’, ‘Her gerçek işi, aslını bilene sor’, ‘ Ata arpa, sığıra saman gerekir’, ‘Sana taş atana çömleği siper tutma sakın’….vb…Ayrıca;
“Bir kaz aldım ben karıdan
Yamru yumru söylerim
Bugün bana bir paşacuk
Erdene şehrinde bugün” dizeleriyle de yaşadığı dönemden çok çok sonra ortaya çıkacak gerçeküstücülüğe de yer veriyor. Zira gerçeküstücülük akımında ironi, olağanüstülük, düşsellk, şaşırtıcılık gibi öğeler egemendir ve bu öğeler Kaygusuz Abdal’ın bazı şathiyelerinde göze çarpıyor. Bakın buna bir örnek daha;

“Yücelerden yüce gördüm
Erbabsın sen koca Tanrı
Alem okur kelam ile
Sen okursun hece ile

Erliği ile anılur
Filân oğlu filân diyu
Anan yoktur baban yoktur
Sen benzersin hiçe Tanrı

Kıldan köprü yaratmışsın
Gelsin kulum geçsin diyu
Hele biz şöyle duralım
Yiğit isen geç e Tanrı

Garip kulun yaratmışsın
Derde mihnete katmışsın
Anı âleme atmışsın
Sen çıkmışsın uca Tanrı

Kaygusuz Abdal yaradan
Gel içegör şu cur’adan
Kaldır perdeyi aradan
Gecelim bilece Tanrı”  
Bu şiirde Kaygusuz tek varlık ilkesi gereği Tanrı ile içli dışlı görünmekte, kendini bir anlamda fena-fillah mertebesinde görüp Hallac-ı Mansur’un En-el-Hak söylemi gibi Tanrı ile arasında perde kabul etmemektedir. Tanrı’ya ulaşmakta kolaylık istemektedir.
Kaygusuz Abdal, toplumsal eleştirilerini, amansız yergilerini simgelerle örgülemiş ve gerçeküstü öğelere dönüştürmüştür. Gerçekleri tüm çizgisel ayrıntılarıyla (realistik) değil, o çizgilerden geometrik paraboller, biçimlenmeler oluşturarak gösteriyor. Ancak şiirlerine yüklediği anlamlar ile, okuyan dinleyen her birey ve topluluk bu şiirlerde kendini görüyor. Ancak Kaygusuz Abdal’ın tüm bu eserleri doğru ve özgün biçimde tarihçi, araştırmacı yazar ve bilim adamları tarafından tam anlamıyla incelenmemiş olması da acı bir gerçekliktir. Hakkında çok detaylı çalışmalar yapılması ve adına üniversitelerde kürsüler kurulması gereken değerli bir kişiliktir.
Kaynakça
1- Alkan Erdoğan, Sayılar ve Hayvan Simgeleriyle Alevi Mitolojisi, Kaynak Yayınları
2- Arısoy M.Sunullah, Türk Halk Şiiri Antolojisi, Bilgi Yayınevi
3- Birdoğan Nejat, Anadolu Aleviliği’nde Yol Ayrımı İçerik­Köken , Mozaik Yayınları,
4- Boratav Pertev Naili, İzahlı Halk Şiiri Antolojisi, Tarih Vakfı Yayınları
5- Eyuboğlu İsmet Zeki, Bütün Yönleriyle Kaygusuz Abdal, Özgür Yayın Dağıtım
6- Gölpınarlı Abdülbaki, Türk Tasavvuf Şiiri Antolojisi, İnkılap Kitabevi,  Kaleli Lütfi, Tanrı İnsan, Can Yayınları
7-Yerguz İsmail, Kaygusuz Abdal Yaşamı Sanatı Yapıtları, Engin Yayıncılık
8- Doç. Dr. Abdurrahman Güzel, Kaygusuz Abdal, Kültür Yayıncılık

9- Hikmet Dizdaroğlu, Halk Şiirinde Türler, TDKY

6 Mart 2015 Cuma

TANIDIĞIM OZANLAR: "İSMAİL KARA", Prof. Dr. İSA KAYACAN

TANIDIĞIM OZANLAR:  
İSMAİL KARA
        Ozan vardır şiirleri kendinin ve nicelerinin ruhuyla haşır-neşir olur. Ozan vardır şiirleri topluma dönüktür. İşte hokkabazlara, sigara paketlerinin arkasına notlar alanlara nodullar batıran ozanlarımızdan İsmail Kara…
        Kitap fiyatlarının yüksek oluşundan haklı olarak yakınıyor. Ülkemizde bu konuda bir sansür olmadıkça bu tür yakınmaların sonu gelmeyecektir.
        Satırlarında sevgi kokar. Sevgilisinin gelişiyle, iç ve dış dünyasındaki değişikliklerin çoğalacağını, hatta karamsarlıkları ortadan kaldırarak iyimserliklerle dolacak günlerini iple çektiği görülür.
        Hürriyeti sever. Tutsaklıktan, kesintilerin bulunduğu ortamlardan hoşlanmaz. Çabalarının verimliliğini hürlüğüyle sürdürebileciğine inanır ve bu yönde görüşlerini açıklar. Bu açıklamalarındaki gerçekçiliğini derinlemesine görürüz. Anılar karşısındaki samimiyeti büyüktür ozanımızın.
         İnsanlığın en çetin sorunu üzerine seslenir görürüz. Yirminci asrın getirdiği teknik ilerlemelerin yanında, beraberce gelen tehlikelerin çokluğundan, silahların fasılasızca, hemen hemen boş yere patlatıldığından yakındığı gözlerimiz önüne tüm açıklığıyla seriliverir.
         Bu da yirminci asır
         Silahların konuştuğu yerde
         İnsanlar susar
         Yollar susar / susar dağlar
         Bir ara gümbürtülerle
         Kopar kızılca kıyamet
         Hasso, Memo… atar
         Atar da atar…
         Fakat, kahpe zihinlerin idare ettiği kahpe kurşunlar yine atılır, günahsızlar yine yok yere öldürülür ve kanlar yine daha fazlalaşarak akmasına devam eder.
         İsmail Kara isyankâr değildir. Kabul eder gelenleri güzelliğiyle, çirkinliğiyle.
         Bakarsınız, nasihatlarda bulunan ozanımız “meçhuller” in peşinde koşar görünür.
         İsa KAYACAN
         (Tanıdığım Ozanlar Arasından- Ece Yayınları, Ankara 1976)  

ABDULLAH ÇAĞRI ELGÜN; ÖLÇEK GAZETESİ, KARS - 11.04.2011, Songül DÜNDAR

ABDULLAH ÇAĞRI ELGÜN

Songül Dündar
Sevecen,
Sabırlı,
Okumaya müptela,
Anlattığı dinlenen,
Söylediği anlaşılan,
Eleştirirken yapıcı,
Tam bir dost insan
Abdullah Çağrı Elgün….
        Erciyes TV’de, dört yıl boyunca kültür üzerine program yapıp, gruplarla sohbet programları düzenledi. Halk Âşıkları programı ve diğer kültür programlarını yaptı. Kültür programlarına öncülük etti.
        Türkçe Lehçeleri, Rus Dili ve İngilizce bilen ELGÜN, aynı zamanda iyi bir eğitimcidir.
        Abdullah Çağrı Elgün; olgun bir yazar ve olgun bir şair olmanın yanı sıra, çok iyi bir eleştirmendir. Eleştirmenlik konusundaki sabrı; abartısız “Peygamber Sabrı”dır. Bir insan, bir öykü kitabını veya bir romanı ancak bu kadar dikkatle okuyup, bu kadar sabırla inceleyebilir. Benim hem öykü kitabımın, hem de romanımın irdelemesini ve eleştirisini yapan Abdullah Çağrı Elgün’ü yakından tanıma şansım oldu. Takdirlerimi gizlemem mümkün değildir. Bu denli olgun kalemin sahibi olan yazarın, şair yönünü sizlerin de takdirlerinize bırakıyorum.
İşte, Abdullah Çağrı ELGÜN’ün bir koçaklama şiiri:

DÜNYA PARMAĞIMDA SIRALANMALI

Dünya parmağımla sıralanmalı     
Hey yiğitler bugün bir savaş ola
Seyredenler gördüğünden zevk ala
Gafiller bu işe şaşırıp kala
Ter boşalıp beden haralanmalı

Savaş değil burda zelzele ola
Her yanı, bir çığlık, velvele ala
Yer yarılıp düşman içine dola
Yiğit kim, dönek ki, aralanmalı

Yürekleri, cenk ateşi sarmalı
Kurşun, çelik yelekleri yarmalı,
Yiğit, en ön safta düşman yarmalı,
Er göğsünde gülle, sıralanmalı.

Bire bu meydanda bin tufan ola
Gömleğimiz al kanlar ile dola
Analar, bacılar saçını yola,
Her yanımız, yara berelenmeli

Yiğit doğan olup, inip varmalı
Düşmanı velvele, korku sarmalı
Vurunca pençeyi, göğsü yarmalı
Düşman, başı dönüp saralanmalı.

Bir şahin misali; kuzgun leşine
Nice kelleleri alıp döşüne
Bir kasırga tufan; salıp, peşine
Bir sağa bir sola turalanmalı

En kavi sanılan, yere dalmalı
Kimisin, enseden tutup almalı
Kimisni yerden, yere çalmalı
Kimi dere, bayır körelenmeli.

Kim, düşmandan böyle günde kaçarsa
Er içine, korku salıp saçarsa
Teslim için, beyaz bayrak açarsa
Korkak, lime lime paralanmalı

Böyle savaş namertlere zay ola
Yiğidin, merdine kısrak, tay ola
Savaş bize, düğün ola, toy ola
Meydan, sesimizle naralanmalı

Şimşekten bir Türk’üm ateş akarım
Yıldırımım, kasırgayım, yakarım
ÇAĞRI’yım ben bentlerimi yıkarım
Kötüleri kayalara çakarım
Dünya parmağımda sıralanmalı.

ABDULLAH ÇAĞRI ELGÜN’e nice başarı dileklerimle
KARS: 11.04.2011
www.songuldundar.com